Ana içeriğe atla

Bir muzicenin şahitiyim

Anne olmadan önce doğacak bebeğin Kız mı? Erkek mi? olduğunu, nasıl bir yüz ve kişiliğe sahip olacağını merak ederdim.


Ama ilk bebeğimi beklerken, önce ki meraklarımın ne kadar saçma olduğunu anladım.
Tutunacak mı?
Yaşayacak mı?
Organları tam olacak mı?
Ya aklı! Düşünmek bile istemiyorum?
Zamanı! Saatler geçmiyor?
Doğumu sabır sabır....? Hepsini düşünürken o an geliyor ve akla ilk gelen şey;

"Ya ben ölürsem çocuğuma "ne olacak?", "kim bakacak?" oluyor. Bunları düşünerek bin parçaya bölünüyorsunuz.

Ama süreç bitip kucağınıza alınca içinizi, tarifsiz bir huzur kaplıyor. Dünyaya yeni gelmenin, daha doğrusu dünya ya, yeni biriyle gelmenin o ağlatıcı hissiyle tanışıyorsunuz.

Biraz kendinize gelip, kucağınızdaki mucizeye bakınca, büyüleyici bir kusursuzluğa şahit oluyorsunuz.

Artık hiçbir şeyin, eskisi gibi olmayacağı kesin. Çünkü gerçek, en masum haliyle kucağınızda duruyor.

Dünya aynı dünya değil, siz aynı siz değilsiniz. Hayat bile sizin için farklı bir konumda ye alıyor. Ve bu hayatın merkezinde, artık bir emanet var.

Bundan sonra düşünebildiğim tek şey, onu korumak ve yetiştirmek. Hepsi güzel ama aklıma bile getirmek istemediğim savaşlar, ölümler...
Bunlar ruhumu kemirip duruyordu.

Hele doğmaya bir hafta kala yeğenimi kaybetmenin acı tecrübesi, korkularımı iyice  bilevliyordu. İçimden, bağlanmamalıyım diye düşündüm.

Ama nasıl olacak ki? Bu bağ benim inisiyatifim de bile değildi.
Araştırmalar, kitaplar, doktorlar, teoriler hiçbirisi, aradaki bağın gücünü anlamaya da, anlatmaya yetmezdi.

Onun için umut ve teselli noktasında onlara başvurmadım.
Bunun cevabını; kan ve kemiğin içinden bana meleğimi Veren'i düşünerek buldum.

Ancak o zaman kendimi ve çocuğumu güvende hissettim. 

Evet biz sadece dünya ya getiriyoruz. Ama getirdiğimiz varlık, ölümle yaşam arasında oluşan bir mucize. Kucağımıza, milyarlarca olasılıktan ve hassas mizanlardan sıyrılarak geliyor.

  Öğrendiğim her bilgiyle, taşıdığım emanetin büyüklüğünü daha iyi anlıyordum. Bana ait olamayacak kadar mükemmel bir varlığı, ancak emanet alabilirdim.

Bu emanet sonsuz bir bağla bize bağlanmıştı.
Rahme düşer düşmez, kopmayacak şekilde gerçekleşen bu nurani  bağ, Alan ve Veren arasındaki bir sırdı.

Evet annenin yüreği bu sırra vakıftır. "inansın ya da inanmasın" toprağa düşünce, bebeğiyle aradaki bağın koptuğuna hiç bir annenin inanmaması da bunu gösterir.

Kendim ise, bu hisler doğruluğunu, bebeğim acıktığında uzakta bile olsam, sütümün kaynamasından anlamıştım.

Artık inanıyordum;
Toprağın üstü altı fark etmez, aradaki bağ gerçekti.

En büyük korkusu evladından kopmak olan annenin, dayanması gereken nokta ise; Evladını ona Veren'in Rahmeti'ydi. 

Dünyada kaybetsekte Verensonsuzluk aleminde onu bize, geri verecektir.

Çünkü;  Verenle Alan arasında, feshedilmeyecek bir sözleşmeye imza atılmıştır. Bu bağlar bunun delilidir.

Evet bir annenin en büyük müjdesi; ebedi hayatta kaybetmiş olduğu mucizesine kavuşmaktır.

Eminim ki, Alan üstüne düşeni yaptıysa, Veren de fazlasıyla yapacaktır.

(kaybettiğim yeğenimin, Amine Berilin anısına...)
("Veren" Allahtır. Cömertlik noktasını vurgulamak için bu lafzı kullandım.)

Gülhanım Polat

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir annenin itirafı

“Ailenin tek çocuğuydum, yaklaşık beş  yaşlarındaydım. Annem hem geçimi, hem de ev yükünü yüklenmiş biriydi”  diye başladı arkadaşım söze.     Tek  istediğim çocuklarıma mahremiyet eğitimi verirken, okuduğum kitapların yanı sıra, tecrübeli insanların tavsiyelerini almaktı. Aslında o konuşmaya başlayana kadar fazla da ciddiye almamıştım. Hani her konuya özen gösteriyorum ya bu da eksik kalmasın,  cinsinden bir araştırmaydı sadece. Sözlerine devam ederken açıkçası böyle bir itirafı beklemiyordum. Sanki sormam, içini dökmesi için bahane oldu.    Ve devam etti kaldığı yerden ;   babamın da annemin de en büyük sorunu, karnımızı doyurmaktı. Hakikaten ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatta biraz abartmışlardı ki erken yaşlarda obeziteyle karşılaştım.   Onlar çalıştıkça bende hırslanıp okuyacağım, çok iyi yerlere geleceğim diye erken yaşlarda kolları sıvamaya başladım. Yaşım ilerledikçe okul birinciliklerim, şiir ve k...

Bilimsel olarak Nazar nedir?

  Hayatımızda en fazla kullandığımız kelimelerden biridir, nazar.   Yeni ev, yeni iş, iyi bir tahsil, güzel-yakışıklı bir eş,  güzel bir çocuk.   Bunlara sahip olmak, nazar kavramını kullanmamız için fazlasıyla yeterli.  Bilimsel kısmını küçük bir alıntıyla açıklayalım.  Nazar Nedir? Nazar halk dilinde göz değmesi, göz yakması, göz çekimi, göz istemi ve göz ışıması olarak bilinir. Arapça nazar'a isabetül ayin denilir. Nazar; bilimsel olarak, gözdeki retina kısmında bulunan ftoreseptör sinirlerinin kasılması sonucu açığa çıkan negatif ve pozitif göz akım ışınım akımına denir. İspatlanmış haliyle Nazarın 3 türlü, Alfa(sarsıcı) Beta (kırıcı,yıkıcı)  ve Gama (yakıcı) ışınları olarak, ışınım etkisi vardır. (Konumuzu ilgilendiren. Halk arasında yoğun görülen, Alfa (sarsıcı) ışını.) Nasıl oluşur? Nazarın oluşa gelmesi için nazarı vuran kişinin, nazara gelecek kişiye negatif ışın göndermesi.  Bu bilinçsiz olarak gerçekleşen bir durumdu...

Üzüm sirkesi

Elma sirkesini anlatıp ta üzümü geçmek olmaz  Kan yapıcı ve bağışıklık kuvvetlendirici olduğundan diyicem ama... gerçek neden komşumun annesinin ilaçsız temiz bahçesinden ikram ettiği siyah üzümü sirkeyle değerlendirmek istemem😊. Özellikle taze ve diri olanları yedikten sonra yumuşamaya yüz tutmuşları sirkeyle değerlendirmek hem israfın önüne geçiyor hemde geri dönüşümün mucizevi şifasından faydalanmış oluyorsunuz.    Fark ettim de mucize kelimesini çok sık kullanmaya başladım. Oysaki  hayatımda sürekli monotonluktan dem vururum.  Günlük rutin koşuşturmaları hızla yaptığımdan bu detayı kaçırmış olmalıyım ne büyük  bir kayıp... Meyvesinden çöpüne,  bedene uyumundan aldığın neticeye kadar mucizelerle donatılmışız ve bunu ancak birilerine yazarken fark ediyorum. Anlaşılan monoton olan hayat değil algı ve bakışlarımmış. Şahsen çok utandım .  Bu kısa iç hesaplaşmadan sonra gelelim üzüm sirkesi tarifimize. Ön hazırlıklar ve tüm aşamalar ...